EVLAT…

Evlat…

Deniz suyu gibidir, içtikçe yanar, yandıkça yine içersin… Ne susuzluğun geçer, ne de içinin yangını sönüp gider…

Atsan atamazsın, satsan satamazsın!

Kimi zaman uykusuzluk olur esir eder seni sabahlara kadar, kimi zaman da külçe olur, kolunu kanadını kaldıramazsın yerden…

Evlat candır, canandır, nefestir…

Evlat imtihandır, kimi zaman da ateşten giyilmiş bir gömlektir…

Yanarsın, yakar…

Pervane olursun yanarken de…

O yakar sen dönersin, döndükçe de harlanır ateş, sönmek de bilmez, küle dönersin…

Evlat nefestir, çekmezsen içine, doldurmazsan ciğerlerini kokusuyla boğulursun… Bazen oturduğu da olur göğsüne ya, aldırmazsın, ses etmezsin…

Ama sadece sen bilirsin ki, sıkışan göğüs kafesinde kalbindir çırpınıp duran; yüreğindir kanayıp duran…

Evlat düştür, rüyadır, hayaldir…

Ve bazen o kadar gerçektir ki görülen düşler, ne tabire müsade olunur, ne de te’vili vardır görülen rüyaların…

Evlat gerçektir…

Ve gerçekler de acıdır aslında, acıtır insanın içini…

Heyhat!

Evlat bilir mi ki bunu?

Bilir mi ki yaktığını, sızlattığını, kırıp da kanattığını?

Bilmez elbet..

Ne bilir ki sonunda hep babalar biter, babalar yiter ve babalar gider…

Ve evlat ne bilir babalar hangi düşleri görür ve hangi düşleri yormaya çalışır bitmek bilmeyen her gecenin sabahında…

Ne bilir?

Bir Allah bilir…

Bir de yürek bilir…

Bu yüzdendir ya derler ki hep; “dayanamaz” baba yüreğidir…