Kalbi yoklamak!

Kötülüğün “bumerang etkisi” dedikleri bir karşılığı olur derler… 
Tabi, biz buna aslında “ilahi adalet” diyoruz… 
Yani ne yaparsanız yapın, ne düşünürseniz düşünün, hangi eylem ya da fiil içerisinde bulunursanız bulunun; elde edeceğiniz sonucu yine niyetiniz belirleyecektir… 
İyi niyetliyseniz, ne âlâ…
Ama yok!
Eğer ki kötü niyetliyseniz ve de husumet kör etmişse gözlerinizi, işte o zaman ayvayı yersiniz… 
Öyle ki… 
Ne olursanız olun… 
Hangi mevki ya da makamdan bulunursanız bulunun ve sosyal statünüz ne olursa olsun, eninde sonunda, er veyahut geç kalbinizin ekmeğini muhakkak yersiniz… 
Yani o lokmalar zehir olup kursağınıza da dizilebilir, bal kaymak olup şifaya da dönüşebilir… 
Bu tamamen sizin elinizde ve sizin özelinizdedir… 
O yüzden kendimiz de dahil olmak üzere bu tavsiyemiz herkesedir… 
Biz, biz olalım! 
Siz, siz olun!
Sakın ha, işimizle, gücümüzle, yetkimizle, makam ve mevkiimizle nefsimizi birbirine karıştırmayalım! 
Yaşımız ister 20 olsun, ister 40, isterse 60, hiç fark etmez! 
İster çalışan olalım, ister emekli…
İster öğrenci olalım, ister esnaf… 
İster gazeteci olalım, ister yazar… 
İster siyasetçi olalım, ister bürokrat, bu da fark etmez!
Ne olursak olalım; göğsümüzün sol alt köşesinde taşıdığımız kalplerimizi, haset, kin ve nefret yuvasına dönüştürmeyelim! 
Kendimizden örnek verelim mesela: 
Naçizane gazetecilik yapıyoruz; bizler ki, eğer doğrudan şaşarsak, kalemimizi ve dahi karakterimizi ayaklar altına almış olmaz mıyız? 
Ortada hiçbir şey yokken… 
Sırf nefsimizi ve egomuzu tatmin etme adına, peşimize birkaç sülük ve asalak şakşakçı takmak adına… 
Ve de en önemlisi çıkar elde etmek uğruna kalemimizi kullanmaya kalkışırsak; mesleğimizle birlikte kendimizi de pespaye etmiş olmaz mıyız? 
Hah işte!
Kalbin ekmeği dediğimiz tam da budur… 
Yani nefse, hırsa, ihtirasa, kin ve nefrete köle olursak, bırakınız maddi ya da manevi bir kazanç elde etmeyi; -Allah korusun- adamlıktan bile oluruz… 
O yüzden dostlar… 
Kalp deyip geçmeyin, geçmeyelim!
Kalbin ekmeğine sırt dönmeyin, dönmeyelim! 
Ve öyle bir duruşumuz olsun ki, gıyabımızda kendimize de, asla ve dahi kat’a sövdürmeyelim!  
Hem boşuna mı demiş büyükler: 
-Ayağı taşa değen, kalbini yoklasın! Diye… 
Ama işte gelin görün ki…  
Kimileri vardır ayağına değen taşla kalbini yoklar ve kendine gelir… 
Kimileri de vardır ki; kalbinde biriktirdiği kirin, pasın, çirkefliğin, şerrin ve şirretliğin, kibrin, egonun, nefsin, nefretin, kin ve husumetin koca bir taşa dönüşüp başına düşmesini bekler… 
Ne diyelim… 
Allah o yüzlerden, o şuursuzlardan, o nursuzlardan ve o akılsızlardan etmesin! 
Hayırlı Cumalar…