SANAYİ MAHALLESİ 19

1980’lerin ortasına kadar Tortum yolu balık sırtı ve tek gidiş geliş olan dar ve stabilize bir yoldu. Sanayi siteleri bittikten sonra ovaya doğru yolun Şükrüpaşa tarafı yoldan birkaç metre aşağıda kalırdı. Şehrin inşaat hafriyatları Tortum yolunun genişletilmesi çalışmaları doğrultusunda bu yolun kenarına dökülürdü. 

 

Yıl 1986, mevsim yaz… O günlerde Endüstri Caddesi üzerinde bulunan dükkânımızın (Hür Ticaret) yan tarafı ve Tortum yoluna kadar arka tarafı boş arazi… Yeni yeni bahçeli ve iki katlı birkaç ev yapılmış. Endüstri Caddesi ile Tortum yolu arasındaki arazilerde top oynuyor; mahallenin çocukları, gençleri… Bu arazide Poşaların da derme çatma bir iki gecekondusu var. Çimento, kireç, tuğla vb inşaat malzemeleri sattığımız dükkânımızın önünde o zamanın nakliyecileri olan at arabacılarla ve dükkanımıza mal boşaltan arkadaşlarla oturuyoruz. Teypte Orhan Gencebay’ın son kaseti: “Dünya Dönüyor Dönecek, Sen Ne Dersen De!”

 

Birden bir bağırtı şamata! Kadın erkek, çoluk çocuk parça parça çoğu Poşalardan oluşan büyük bir kalabalık, aşağı Sanayi Mahallesinden, bostanlardan gelip bizim dükkânın önünden geçerek Tortum yoluna doğru koşuyorlar. Poşalarınşamatasına ve kavgasına alışık olduğumuz için biraz meraklansak da ne olduğunu pek umursamadık. 

 

O günlerde Gürcükapı’daki tarihi Ziraat Bankası yıkılmış, yerine yeni ve çok katlı bina yapılacak. Kavak Mahallesi’nden yürüyerek İmam Hatip Ortaokulu’na giderken Gürcükapı’dakibu inşaatın yanından geçerdik. Önce bina yıkıldı, sonra yeni binanın temelleri için oldukça derin hafriyat alınmaya başlandı. Hafriyat sırasında oluşan derin çukurun kuzey tarafında tarihi taşlar ve tünele benzeyen bir giriş çıkmıştı. 

 

Ziraat Bankası’nın hafriyatı da bizim dükkânların arkasındaki hizada Tortum yolunun kenarına dökülüyordu. Bugünkü Honda servisinin yaklaşık 100 metre aşağısına... Kamyonlar damperini kaldırıp hafriyatı döktüklerinde toprağın içinden çil çil altınlar kayarak akmıştı yere. Bizim bundan haberimiz yok. Altınları ilk fark eden, dükkân müşterimiz ve babamın arkadaşı olan Kömürcü Binali’nin bizden de küçük oğlu… Babasına haber vermiş; lâkin Poşaların da gecekonduları bölgeye yakın. Haber kısa sürede Sanayiye yayılınca hafriyatın tozuna toprağına karışmış insanlar; kadın erkek, çoluk çocuk… Dövüş kavga… Biz ancak uyandık, olay mahalline gittiğimizde jandarma olaya el koymuştu bile. Jandarma herkesten alabildiği kadar altınları geri almaya çalıştı; ama kaçan kaçana… Toprak jandarma tarafından elekle tarandı, kalan altınlar toplandı. Jandarma altını ilk bulup haber veren Kömürcü Binali’ye bir miktar vermiş diye işittik.

 

Poşalar ova köylerinden koyun çalardı, inşaatlardan çimento ve demir çalardı, kömür fabrikasından kömür çalardı, kerestecilerden ağaç çalardı, açıkta ne olsa çalardılar; Poşaların çocukları bizim dükkânın önünde sergilediğimiz malzemeleri çalardı. Bir keresinde Bahçelievler Camisi’nden cuma namazından geldiğimizde dükkânımızın önündeki hortumlar, el arabaları, kürekler vb malzemenin hepsinin çalındığını gördük. Çalanları tahmin etmek güç değildi; ama gidip almak, başlı başına bir gerilim… Hacı babam bizim başımıza bir şey gelmesin diye kendisi gitti, Poşaların atlarını bağladıkları, kaz ve hindi sürülerini sakladığı ahırlarından hepsini tek tek çıkardı. Ahırın sahibi Poşa, onlara hamaliye ve nakliye işi verdiği ve “hacı” olduğu için babama hürmet ederdi. Hırsızlık yapan çocuklarına babamın yanında göstermelik bir iki fırça atardı, olay kapanırdı. Şikâyetçi olamazdık, adli işlem yaptırmazdık, aynı mahallede beraber yaşıyorduk. Belânın püsküllenmesinden de endişe ederdik.

 

Bir keresinde, tam da dükkânımızın önünde küçük kardeşimiz bisiklet sürerken Poşaların çocuklarından birine yavaşça çarptı, çocuğa bir şey olmadı. Çocuk ağlamadı bile. Çocuğun ve yanındaki abilerinin gönlünü aldık, uğurladık. Akşama doğru, bizden yaşça bir iki yaş büyük iki amcası dükkânımıza baskına geldiler. Konuşarak meseleyi çözmeye çalışsak da nafile. Onur kırıcı sözler ve küfürler… Dayanamadık. Dükkânın önü kürek, kürek sapı, kazma, kazma sapı vb gibi kavgada ele kolay gelecek ve insana ciddi zarar verecek malzemeyle dolu… Onları dükkâna yaklaştırmamaya çalıştık. Dayak yiyeceğimizi bile bile iki yaş büyük abimle bunlara daldık. Caddenin ortasında kavga ediyoruz, kimse korkusundan araya girip bizi ayıramıyor. O iki Poşayı asfaltın ortasına serdiğimize biz de inanamıyorduk. Dövmek işi çözmüyordu, iş orda bitmiyordu, iş kan davasına dönüşüyordu. Endişemiz buydu. Mahallenin her tarafında sürekli arazideydik, inşaatlara çimento kireç götürüyorduk. Dövdüğümüz bu Poşalarla mahallenin her yerinde karşılaşabilir, hayatımızdan olabilirdik. Poşalar kavgada çok vahşi ve acımasızdı. Asıl sıkıntı buydu. Ne talihsiz çocuklardık! Elinden kitap ve gazete düşmeyen çocuklar ve gençler olarak biz, evimizin olduğu Kavak Mahallesi ve Gölbaşı’nda Şıxbızınlılarla dükkânımızın olduğu Sanayi’de Poşalarla kavga ede ede büyüyorduk. Sürekli elimizde kitap olması, kibar oluşumuz, küfür bilmeyişimiz, belalı çocukların gözünde kendilerini bizim “şehirli, nazik, muhallebi, agide” çocuk olduğumuz algısı oluşturuyor, kavga edemezler yanılgısına düşürüyordu. Bu da kavgada bizim avantajımızdı.Kavgadan hep kaçınırdık; ancak onurlu çocuklardık.

 

Bir keresinde de dükkânımızın önünden malzeme çalan ve güpegündüz bize meydan okuyan bizden hayli güçlü kuvvetli bir Poşa gencini, tüm ikazlarımızdan sonra abimle dükkanımızın yanındaki arsada fena dövmüştük. Biz sinecek gençler değildik. Az sonra dövdüğümüz o gencin annesi, kardeşleri, akrabaları dükkânımızı bastı. Babam bizi sakladı, üzerimize dükkânın kapısını kilitledi. Sesler bize geliyordu. Almanya görmüş, boylu poslu, bileği güçlü babam o gencin ailesinden özür diliyordu. “Ben onlara gereken dersi vereceğim.” diyordu. O gün babama çok öfkelenmiştik, biz suçlu değildik çünkü. Onurumuz kırılmıştı. Çok sonraları anlıyorduk ki sık sık şehir dışına çıkan babam bizim can güvenliğimiz ve dükkânın selameti için bu kadar alttan alıyordu. (Akşamları dükkânı kilitliyor Kavak Mahallesi’ne, evimize dönüyorduk. Kavgalarımızla beraber dükkânımız da Sanayi’de kalıyordu.) Kavga ettiğimizde babam kavganın tarafları yanında bizi fırçalardı, onlar gittikten sonra da bize “Aferin!” derdi. Kavgada ilk yumruğu muhakkak siz vurmalısınız, derdi. Bugün size garip gelebilir; ama hayat kavga demekti, o vakitler. Çocuklarının zarar görmemesi, kendilerini savunabilmesi, bir babanın en çok isteyeceği şeydi.