SANAYİ MAHALLESİ – 2

Yarım asırlık ömrümde çocuk merakıyla 8-10 yaşlarında abimle o sıralar tenha olan Kavak-Sanayi arasını yürürken içmek üzere bir iki defa aldığımız sigara paketi dışında ömrümce sigara paketi almadım, taşımadım…

 

1905’te Narman Todan’da (Savaşçılar) başlayan çileli hayatının son on iki senesini Sanayi Mahallesi’nde geçiren, Narman, Hınıs ve Sanayi’de halk önderi, hocası ve eğitmeni olarak kabul edilen ve 1990’da vefat eden Hacı Seyfettin dedem (babamın babası) ömrünce ağzına sigara sürmediğini sık sık söylerdi.

 

Sigara içmeyen dedenin torunuyduk; ama “duman altı” büyüyorduk adeta. Dumanların arasından kendi göğümüzü ve gök kuşağımızı kendimiz çiziyorduk adeta. Eski evlerde “divan, sedir, makat, seki” de denilen duvardan duvara oturma grubunda sıkı sohbete koyulan büyüklerimiz ne çok sigara içer ve ne çok öksürürlerdi. Dedemin, kendi muhitinin kanaat önderi olması münasebetiyle sıkça, babamın Almanya’dan izine gelişlerinde de yoğun halde evimiz eş dost, akraba, hemşehri, tanışlarla dolar taşardı. İçmezdik; ama çocukluğumuzda en çok sigara kokardık! Sigara, o dönemler hayatın merkezinde düşüncenin, sesin, sözün ayrılmaz bir enstrüman olduğunu söyleyebilirim.

 

Etrafımızdaki büyükler tabakada taşıdıkları tütünü sigara kâğıtlarına sarıp kehribar ağızlıklarıyla içerlerdi. Baş parmak ve işaret parmaklarıyla incitmeyecek naziklikte tutukları tütünü ince sigara kâğıdının içine özenle yatırıp sarmak… Kâğıdı dilinin ıslaklığıyla yapıştırıp dudakları temizlemek… Bir mistik ritüel ancak bu kadar huşuyla eda edilirdi. Köy yaşamının ve taşranın zorluklarına tüm bedeniyle direnen; parmakları ve avuçları çalışmaktan çatlak patlak olup kabalaşan ellerin bir aşk inceliğiyle sigara sarması… Bazen, büyüklerin elinde sarılıp sarmalanan tütünün yerinde olmak isterdim. Çevrelerine, biz çocuklara, kadınlara, meselelere karşı oldukça sert ve ciddi olan adamların sigaraya gösterdikleri incelik, ilgi, sevgi, özen, muhabbet ve şefkat kıskanılmayacak gibi değildi. Keşke sigarayı okşadıkları gibi başımızı okşasaydı büyüklerimiz. Babalar çocuk sevmeyi bilmezdi, tavizsiz ve ziyadesiyle ciddiydiler. İyi ki annelerimiz vardı.

 

Büyüklerimizin mestane yaptıkları bu ritüeli, onların göremeyeceği bir tenhalıkta, çay otunu takvim yapraklarına sararak taklit ettiğimiz olmuştu da arkadaşlarla, ne takvim yaprağı sigara kâğıdı gibi ne çay otu tütün gibi tutuşup yanmıştı. Yaşımız belki yedi sekiz… Velhasıl sigarayı sevemedim, elleri, dişleri, dudakları ve gözünün beyazı tütünden sararmış hayatta sigaraya alışamadım; ama tenekeden, pirinçten veya gümüşten yapılmış üzerinde çeşit çeşit desen ve resim olan tütün tabakaları ve çakmaklar ilgimi çekti hep. Sokakta ne çok birbirine ateş sorardı insanımız yahut kibrit, çakmak yoksa sigara içen birinden sigarasını isteyip kendi sigarasını yakmak gibi yoldan geçen yabancılar arasında anlık bir dayanışma vardı.

 

1970’lerde ve 80’lerde en rağbet edilen sigara markaları şunlardı: Bitlis, Bafra, Samsun, Maltepe, Yenice, Gelincik, Birinci, Yeni Harman, Kulüp, Silahlı Kuvvetler… Her ne kadar babam Almanya’dan geldiğinde sarı, mavi, kırmızı renklerdeki gösterişli, parlak büyük meşin valizlerde karton karton Marlboro sigara getirse de bunları eşe dosta, akrabaya hediye ederdi; sonra da en çok, omuzları apoletli, iki cebi de düğmeli ve kapaklı olan beyaz veya mavi gömlek… Uzun yol otobüs şoförleri bu gömleklerden giyerdi.

 

Sanayi’ye giderken Jandarma kışlasına doğru yokuş aşağı inmeden sağdan tren hattına paralel düz ilerleyen yol Şehitler Mahallesi’ne ve Gaziler Mahallesi’ne giderdi. O yol üzerinde dik eğim üzerine kurulu bahçeli evler asma merdivenleri, balkonları ve sahanlıkları, ilginç dış mimarileriyle her zaman yaşamak istediğim evler olmuştur. Hiçbir evin mimarisi diğerine benzemiyordu, bahçesi de… Bir de bahçenizin hemen önünden, burnunuzun dibinden günde birkaç defa trenin geçmesi… Kara trene veya kırmızı lokomotife (Ekspres) tutunmuş vagonları gönlünce say sayabildiğin kadar. Vagon saymak diye bir keyfimiz vardı bizim. Vagonlardaki askeri araçları, tankları, birbirinden farklı yükleri yakından izleme, tanıma ayrıcalığı…

 

Sol tarafımızda kömür tevziye bitişik Sağlık Meslek Lisesi inşaat halinde henüz. Sağımızdaki Jandarma Kışlası’nın önünde durup kırmızıya ve beyaza boyalı spor ve idman alanlarında oynama isteğim hiç eksilmedi; büyüyüp bir an evvel asker olmalıydım ve bu spor alanında ben de belime kadar soyunup idmanlara katılmalıydım; Kara Murat’ın, Tarkan’ın Malkoçoğlu’nun düşman surlarına tırmanışını, havada taklalar atışını, birçok yiğitlik gösterisini sinemalarda veya çizgi romanlarda takip eden çocuklar olarak… Kışlada avazın çıktığı kadar bağırarak marş söylemek ve mahallenin sokaklarında sert adımlarla koşmak… Koş, yer gök inlesin! Bir çocuk daha ne ister?  Tırmanma duvarı, yüksek atlama, engelli koşu, kum birikintisi… Kışlada sadece iki renk: kırmızı beyaz. Çam ağaçlarının dibindeki çakıl taşları bile beyaz. (Erzurum’da çam ağacı demek; kışla demek, devlet demek. Halkın bildiği ve rağbet ettiği ağaçlar kavak, akasya, söğüt, akça ağaç/huş ve meyve ağaçları) Kışlanın birçok yerinde Atatürk’ten vecizeler ve özenle çizilip boyanmış şanlı bayrağımız… Tel örgülerin arkasındaki temizlik, tertip düzen, disiplin, güç ve kuvvet çocuk ruhumu ziyadesiyle büyülüyordu.

 

Jandarma Kışlası’ndan Sanayi’ye doğru bükülürken iki tren hattı geçiyorduk. İlki Kömür tevziye yanaşan vagonlar için olanı, diğeri ondan 30-40 metre ileride Erzurum-Kars tren hattı… Kömür tevzinin raylarının başında eski Rus yapılarına benzer kiremit çatılı bir taş ev vardı. Evin bahçesinde yüksek Frenk üzümleri doğal çit olmuştu. Radyodan dinlediğimiz “Çocuk Tiyatrosu” veya “Arkası Yarın” programlarındaki gizemli, perili evlere benzetirdim bu evi. Bu evin resmini çizmek benim için büyük keyifti. Kavak-Sanayi arasındaki patikanın en riskli yeri benim için buraydı;engebeli, dar ve tenhaydı burası. Kavak’taki hanlara veya Mahallebaşı’ndaki pazara götürülen öfkeli ve azgın tosunlarla, başıboş vahşi köpeklerle yahut bir belâyla her an karşılaşma riski… Çevrede yardımınıza gelebilecek pek kimse yok. Askerler mi? Onlar tel örgünün ötesinde… Bir saldırı anında kendimizi savunmak için elimizde muhakkak bir çubuk, sopa, ceplerimizde taşlar olurdu.

 

Hemen dibinde gecekondu bir mahallenin olduğu Erzurum-Kars tren yoluna geldiğimizde Sanayi hududuna varmış sayardık kendimizi. Evvelâ çömelir rayları dinler, rayların üzerindeki parlaklıktan trenin geçip geçmediğini, ne kadar uzaklıkta olduğunu kestirmeye çalışırdık, kovboy filmlerinde posta trenini bekleyen haydutları gibi… Muhakkak raylarda yürüme cambazlığı yapıp Sanayi’ye doğru yolumuza devam ederdik. Bir de gazinolardan topladığımız gazoz kapaklarını raylara dizerdik ki tren geçtiğinde bu kapaklar dümdüz hale gelirdi. Bir metal para, mangır haline gelen gazoz kapağının ortasını çiviyle deler, oradan ip geçirir, kapaklardan “vınvın” yapardık, bu kapaklardan başka oyunlar da oynardık.

 

En keyiflisi de trene rastlamak… Trenden bize el sallayan yolcularla bir anlık dostluk kurma bahtiyarlığı… Bir daha rastlamayacağımız trendeki kişilere cesurca el sallamak, seslenmek ne saadet! Makinist kesin bize çalardı o afili düdüğü, bizi fark eder bize selam verirdi tren. Biz öyle sanırdık. Trenin düdük sesi ne ihtişamlıydı, o ne fors, sanki İsrafil’in suru… Ya vagonların raylarla tutuğu homurtulu ritim… Demirin musikisi ve güç gösterisi… Vagonlara tutunmamak için kendimizi zor zapt ederdik.

 

Kavak-Sanayi yürüyüş patikamızdan Sanayi köprüsünün ayaklarına kadar sekiz on evden oluşan bir gecekondu mahallesi vardı rayların yamacında, dibinde… Bildiğim kadarıyla Tufançlılar (Güzelova) ve Çiftliklilerden akraba bir kabile (Deli Ömer Sülalesi olarak bilinen aile) orada otururdu. Uzun boylu, davudî sesiyle konuşurken adeta kükreyen, etrafında “Motor Memmet” olarak nam salmış at arabacılar dernek başkanı da orada oturuyordu. Rayların altındaki yeşil düzlükte, kazıklara uzun halatlarla bağlı atlar otlardı. O muhitin çocuklarıyla da zaman zaman “Niye bizim mahalleden geçiyorsunuz?” veya “Kaşının altında gözün var!” gibi sudan bahanelerle kavga ederdik; lâkin kaz çobanı diyebileceğim bir nene vardı, o bize sahip çıkardı. O nene anlatmıştı, evlerinin yanı başından geçen tren nice tavuğunu, kazını telef etmişti, raylarda cücüklerinin kan izi var. Orada yaşayanların en büyük korkusu, etrafında hiçbir güvenlik tedbiri olmayan raylarda çocuklarını tren kazasına kurban vermekti. Allah’a şükür böyle bir kaza yaşanmadı.

 

Çocuksanız ve bir yabancı mahalleden geçiyorsanız; sokakta, bir kapının önünde oturan kadınlar varsa o mahallenin çocukları size bulaşamazdı, orası emniyetliydi. Kadınlarımız, annelerimiz binlerce yıllık irfanın ve fıtratlarındaki şefkatin mücessem haliydi. Kadınlarımız sevginin, direncin, barışın, hoşgörünün, her açıdan toplumun birinci inşacılarıydı. Onlar tüm Anadolu’nun, Türkistan’ın yüreğiydi. Bir yaramaz çocuk bize bulaşacağı zaman bizim en güvenilir koruyucumuz, hamimiz, sığınağımız yabancı mahallenin bizi hiç tanımayan kadınları olurdu. Erkekler içerisinde de bu şefkati, irfanı, sağduyuyu taşıyanlar olduğu gibi bazıları çocukların kavgasını keyifle seyredip kavga şirazeden çıkınca ancak müdahale eder, tarafları ayırırdı.

 

Sanayiden gelen yol – ki bu yol eski Tortum yoluydu- bu evlerin arasından bir “S” çizerek köprünün altından geçer, kömür tevzinin yanından cirit sahasının üstünden 50. Yıl kavşağına bağlanırdı. 1975’ten evvel bu yol şehre Kavakapı’dan geçerek direkt Kongre Caddesi’ne ulaşırdı. Tren düdüğüne, ray ve vagon seslerine aşina olan bu mahalle 1995’te Kazım Karabekir Belediye Başkanı Selahattin Parlak döneminde kentsel dönüşümle kaldırıldı. Bugün o evlerin yerinde sanayi siteleri var.

 

Aşağı inerken sol yanımızda tren hattı Topdağı’nın eteklerinden Müdürge köyünün sırtını verdiği Kargapazarı dağlarının eteklerine kadar ilerler, oradan bir tünelden Nenehatun köyü tarafına, deveboynu boğazına geçerdi. Yukarı Sanayi bölgesine kadar tren hattının üstünde ve altında, eğreti biçimde yapılmış bahçelerin içinde tek katlı evler vardı, bahçelerinde meyve ağaçları olan… 1940’lara kadar tren hattı Rusların “dekovil” dediği dar hat, Şehitler Mahallesi’nden Yanıkdere’den içeri girer Laz Komu’ndan bugünkü Hasankale yolu üzerindeki Paşapınarı’nın oraya çıkardı. Yukarıda bahsettiğim Ruslardan kalma eve benzettiğim kiremit çatılı mekân veya civarında o dönemin istasyonu olmalı.. Çünkü tren o dönem en çok gaz taşırdı ve 50. Yıl Ortaokulu’nun karşısında sonradan camiye dönüştürülen gaz ambarı vardı ve tren buradan Kavak Mahallesi’nin üstünden, Mecidiye Tabyası’nın oturduğu tepenin yamacından Firdevsoğlu Kışlası’na varırdı. 1938’e kadar Erzurum’a batıdan gelen tren hattı yoktu. Doğu’dan (Ruslarca yapılan) gelen ve Erzurum’da son bulan dar hat vardı.

 

Erzurum-Tortum yolunun köprüsünün altından da geçen tren hattını aşıp bize göre oldukça dik olan rampadan aşağı, kimi zaman ayaklarımızı yan yan basarak kimi zaman dengemizi sağlayalım diye koşarak, kışın da kayarak indiğimizde Sanayi’ye doğru hududu geçmiş olurduk.

 

-Sanayi’ye yürüyüşümüz devam edecek-