SANAYİ MAHALLESİ 5

Sanayi köprüsünün üstündeki yoldan yürüyenler aşağıdaki eski yoldan yürüyenlere göre daha münzevi insanlarmış gibi gelirdi bana. Kalabalıktan kaçan, kimseyle karşılaşmak istemeyen, belki kendi kendine konuşarak, mırıldanarak yürümeyi tercih edenlerin yolu… Mırıldanmak dedim de geldi aklıma sahi yürürken insanlar ne konuşur, ne düşünür, ne söyler, ne mırıldanır… İnsanlar yalnız yürürken gönlünün ve zihninin karmaşık yollarında, sokaklarında, çıkmazlarında, caddelerinde, merdivenlerinde, yamaçlarında kuytularında yürürler… Yediden yetmişe, her yaştan insanın böyle bir kompleksten oluştuğunu düşünüyorum. Gönül de her yaşta dinamiktir zihin de… Dışarıdan yürüdüğümüz yolların aksine içimizdeki iniş ve yokuşlarda yürümek daha yorar bizi…

Köprünün üstündeki yol yaya trafiği açısından alt yola göre çok daha tenha olurdu… Yüksekten yürümek çocuk ruhuma yücelik duygusu verirdi, hissederdim. Sağ tarafım (büyüklerin istinaf duvarı dediği korkuluksuz) uçurum! Aşağıdaki yoldan 7-8 metre yüksekteki bu yolun banket kısmında yürürken bir gözümüz arkadan gelen araçları kontrol etmekteydi. Rampa aşağı hızlıca inen araçların yoldan çıktığına çokça şahit olurduk, bir kazaya kurban gitmemek için kafamızın arkasında da gözümüz olmalıydı.

O yüksek yoldan aşağı yola (eski yola) iki şekilde ulaşırdınız. Köprüyü yüz metre kadar geçtikten hemen sonra çocuk boyumuza yetişen sık diken güllerinin arasından oldukça dik olup güneşte kavrulduğu için ayağınızın her an kayabileceği ve sizi uçuruma çekebilecek  “Z” şeklindeki toprak patikadan yahut yolun eğiminin bitiminde doğal olarak… 

Yürüyüşlerin en güzel vakti şüphesiz yağmur sonrası olandır. Yağmursuz yol demek eskiden her geçen arabanın ve esen rüzgârın kaldırdığı tozu üstünüzde başınızda ve ciğerlerinizde ağırlamak demektir. Yağmurdan sonra ise tozsuz berrak havada mis gibi toprak ve çimen kokusunun sizi sarıp sarmalaması bir masal gibi… Sanayi’ye inen Tortum yolunun kenarlarında sarı, mor, kırmızı, mavi çiçekler, pembe diken gülleri… Kuşekmeği, tavşankulağı…  Hoş kokulu bu çiçekler yürüdüğünüz yolun her iki tarafından sizi süzüyor, selamlıyor… Bunu hissediyor, sırlarınızı, sözlerinizi, türkülerinizi yürürken onlarla paylaşıyorsunuz. Yoldan aşağı yürürken sol tarafta iki ya da üç sokak var, doğu batı yönünden kurulmuş. Sokakların her iki tarafında tek veya iki katlı, mütevazı bahçeleri olan evler var. Şükrüpaşa denen bu küçük mahalle TEDAŞ tesislerine gitmeden “Beşevler”de bitiyor. Yolun en aşağısında cezaevi ve Şıhköyü var. Şükrüpaşa arazilerinin, tarlaların çoğu Şıhköylülerin… Yolun sağı solu ve aşağılar geniş arazilerden ve bostanlardan oluşuyor. Daha aşağılarda tuğla ocakları, briket harmanları var… Şehirde eşek arabalarıyla, at arabalarıyla gelen satıcılar buradan pazı, pancar, taze soğan, ıspanak, aşotu, maydanoz, pirpirin, lahana vs yeşillikler alıp sokak sokak gezerek satıyorlardı. Bostanlar mevkii meskûn mahalin dışarısı olduğu için kabadayıların zaman zaman kavga meydanı da olabiliyor. Sanayi’ye yürüyoruz, Şükrüpaşa tarafı biz çocuklar için pek tekin değil. Şehrin belâlıları bostanlara çilingirlerini kurabiliyorlar. Sarhoşlardan çekiniyoruz; çünkü evimizin olduğu Kavak’tan Gölbaşı’ndan tecrübe sahibiyiz ki sarhoş olana kadar içen birçok kişinin belinde “gaddare” dediğimiz kesici alet, bıçak var ve çevreye de bulaşan kavgalar çıkıyor.

Şükrüpaşa 1990’lardan itibaren hızlı bir yapılaşmayla karşılaşıyor ve bostanlar konserve kutusu gibi sitelerle, apartmanlarla yok ediliyor. Erzurum bir tarım arazisini daha yapılaşmaya, ranta kurban veriyor.

Sanayiye yürüyoruz… Dilimizde radyodan, sinema önlerindeki büfelerden, kasetçilerden, çay bahçelerinden, dolmuşlardan kulağımıza gelen türkülerle… Çocuğuz türküyü kim söyler, nedir ne değildir bilmiyoruz; ama bizde de kulak ezberi oluşuyor ve mırıldanıyoruz. 1970’lerin sonu 80’lerin başı mırıldandığımız türkülerin çoğunun İbrahim Tatlıses’in ve Nuri Sesigüzel’in seslendirdiği çoğu Urfa yöresi türküler olduğunu sonraki yıllar fark ediyoruz ancak. “Yoğurt Koydum Dolaba, Fadile Oy Fadile, Kırmız Kurdele Kör Olasın Emine, Ayağında Kundura, Sabuha, Dere Kenarından Geçtim, Bir Mektup Yazdırdım Anam Urfalı Kızına, Ay Akşamdan Işıktır Yaylalar Yaylalar, Kara Çadırın Kızı…” Bir de dilimize doladığımız kişi isimlerinin geçtiği türküler vardı: “Aman Eşref Canım Eşref, Oy Oy Oy Emine Çekme Beni Yemine, Yarımın Adı Yaşar, Kızım Seni Ali’ye Vereyim mi?, Ağam Olasan Ömer, Can Hatice, Sabuha, Altın Dişli Hayriye,  Samanlıktan Kaldıramadım Zühtü, Dağlar Kızı Reyhan, Aman Kerem, Dökülür Gözünden Yaş Leyla Leyla…” Kişi ismine beste yapılması sanat musikisinde de pop müziğinde de yaygındı. Barış Manço’nun “Zehra, Düriye, Osman, Kul Ahmet”, Emel Sayın’ın seslendirdiği “Feride” şarkıları gibi…

Erzurum’umuzun marka türkülerinden “Sarı Gelin”i ilkokul sırlarındayken duymuştum ilk. Okul müdürü Fevzi Maraşlı sınıf arkadaşımız Yunus’a okutur gözleri dolu dolu olurdu. Bu türkünün müdürümüzde derin izleri olduğu kesindi, gözyaşlarını tutamadığı da olmuştu. “Sarı Gelin, Kırmızı Gül Demet Demet, Dün Gece Yâr Hanesinde, Bu Tepe Pullu Tepe, Acem Ülkesinde, Huma Kuşu…” çocukluğumuzdan beri yüreğimize filketelenmiş türkülerdir. İhtilal dönemlerinde çok çalınan Hasan Mutlucan’ın sesine de kulaklarımız aşinaydı.

Radyo nesli olduğumuz için dilimize Türk Sanat Musikisi dâhil birbirinden farklı çok şarkı dolanırdı. Çocukken sıkça “Aşkımı Bir Sır Gibi Senelerdir Sakladım, Bir Bahar Akşamı, Elbet Bir Gün Buluşacağız, Dargın Ayrılmayalım, Bir İlkbahar Sabahı, Bir Sevgi İstiyorum, Yalnız Benim İçin Bak Yeşil Yeşil, Onda Bunda Şundadır-Mavi Boncuk, Kadehimde Zehir Olsan Ben İçerim Bana Getir, Nasıl Geçti Habersiz” gibi şarkılar, Yeşilçam’dan, Türk filmlerinden ezberlediğimiz şarkılar o yaşta bildiğimiz, yürürken otururken söylediğimiz ve mırıldandığımızdı. 

Köprünün üstünden ve altından Sanayi’ye inen yolun eğim olarak kesiştiği noktada, eski yolun üzerinde, kereste sitelerinin tarafında 1973’te zamanına göre oldukça görkemli bir caminin temeli atıldı: Siteler Cami… Biz yıllarca Sanayi’ye yürüdük, beyaz taşları ince çekiç ve keski darbeleriyle şekillendiren ustaların sabrına ve caminin ağır ağır yükselişine şahitlik ederek… O tarihlerde kesme taştan iki muhteşem cami yapılıyordu Erzurum’da. Biri Atatürk Üniversitesi Camii diğeri Sanayi Siteler Camii… Bu iki caminin gövdesi kesme taştan yapılmıştır. Siteler Camii Bayburt taşından Bayburtlu ustalarca, caminin tezyini de meşhur Boyacı İsmail Usta (İsmail Gürcan) tarafından yapılmıştır. Caminin yapılmasına dört arkadaşıyla beraber “Mehmet Talu Hoca” öncülük etmiş, yapımı zaman zaman sekteye uğramış ve cami 1982’de ancak tamamlanmış, daha sonra “Fikri Hoca” caminin minareleri ve diğer müştemilatının tamamlanmasını sağlamıştır. Caminin minareleri gövdeden iki sene sonra yapılabildiği için minarenin taş rengi gövdeninkinden farklılık arz eder. Caminin gövdesi sarıya çalan beyaz, minareler hafif kızıl renktedir. Renk, sanat ve işçilik bakımından caminin gövdesi ile minare uyumsuzluğu beni her zaman hüzünlendirmiştir.

Siteler Cami ne mahallemizdeki Kavak Cami gibi mescit formundaydı ne şehrimizde Osmanlı döneminden kalan paşa camileri (Lalapaşa Camisi hariç) gibi kara taştan yapılmıştır. Siteler Cami bana hep İstanbul’daki selâtin camileri hatırlatmış, tarihi hikâyelerle büyümüş çocuk ruhumda muhteşem mazinin geri geleceği hissini uyandırmıştır. Siteler Cami o yıllar, nazarımda İstanbul’du, payitahttı. Ağır ağır yükselen Siteler Cami şanlı bir tarihti. Cami ile beraber insan değişecekti, mahalle değişecekti; zihinler, umutlar değişecekti. Büyüdük, evvelâ caminin gövdesiyle uyumsuz minareleri; sonra büyüdükçe tanıdığımız insan, şehir, mahalle ve dış gerçekliğimiz hayallerimizi sükûta erdirdi.

Kavak-Sanayi yürüyüşümüzün dinlenme noktalarından biri de Siteler Cami’ydi. Taşları ince ince işleyen ustaları zevkle, hayranlıkla seyrederken dinlenirdik. Beklerdim ki saçı sakalı, kaşı gözü, kirpiği, tekkesi taş tozuyla ağarmış, nurlanmış,  sabrın heykelleşmiş hali ustalardan biri beni yanına çağırsın da elindeki keski-tarakla iki taşı da bana taraklatsın, yonttursun.

Ya caminin o renkli, tezyinli, vitray ve mozaik pencereleri… Ne kadar da efsunlu gelirdi bana… O tarihe kadar ancak televizyondan gördüğümüz Türk-İslam medeniyetinin en görkemli tarihi camilerini, saraylarını hatırlatırdı bana. Tarihi çizgi roman ve hikâye kitaplarındaki kubbe pencere çizimlerini hatırlatıyordu. Müsaade etselerdi de o elmas, yakut, zümrüte benzettiğim renk renk pencerelere bir dokunsaydım, okşasaydım, o pencereleri bir sevseydim… Ruhum yaşadığım ve gördüğüm evlerin, gecekonduların, yapıların, mahallenin, şehrin sadeliğine, sönüklüğüne, zevksizliğine, derme çatmalığına nispeten ziyadesiyle vitray pencereydi. Yaşadığım huzursuzluğun ve gerilimin o yaşlarda farkındaydım.