SANAYİ MAHALLESİ 6

Siteler Camii tamamlanmadan caminin bodrum katında yazları Mehmet Talu Hoca Kuran dersleri vermeye başlamış, hocanın nâmını duyan veliler Sanayi Mahallesi’nin dört bir yanından mesafelere aldırmadan çocuklarını talim için ona göndermişlerdi. Sanayili çocuklar yürümeye alışkındı. Büyüdükçe 1970’lerin sonunda üç mahalleye bölünen Sanayi’den; Aşağı Sanayi Mahallesi’nden, Çağlayan Mahallesi’nden, Yukarı Sanayi Mahallesi’nden sabahın seherinde çocuklar Siteler Camii’ne ışık ışık yürüyorlardı, her çocuk bir kandil.

Siteler Camii’nin karşısı sitelerin sosyal tesislerinin olduğu alandı. Bu alanda kahvehane, lokanta, postane, banka, büfe, zabıta, meslek dernekleri gibi sanayi esnafının ihtiyaçlarını karşıladığı, sosyalleştiği, dayanışmanın ziyadeleştiği, gönüllerin pekiştiğişenlikli yerler vardı. Yüksek tavanlı kahvehanenin camları camiye bakardı ve sahibi Narman Beyler köyünden Hüseyin Anık’tı. Kahvehanenin bitişiğinde onun ağabeyisi Ziyettin Anık’ın zamanın standartlarına göre oldukça ferah ve lüks lokantası öğle vakti dolar taşardı. Ustalar ve müşterileri, nadir de olsa kalfalar öğle yemeğini bu lokantada yerlerdi. Arada bir lokantaya bir büyük adam edasında giden çıraklar ceplerindeki harçlıkla ancak çorba içebilirlerdi. Ziyettin Usta ekserisi 10-15 yaş arasındaki çırakları sever, onların bir tas çorbaya bir iki ekmek tüketmelerine -ki ekmekler o yıllar 400 gramdı- ses çıkarmaz, bazen çocuklara takılırdı: “Çocuklar içtiğiniz çorba bizden olsun, siz yediğiniz ekmeklerin parasını ödediniz mi, hesap tamamdır.” İHL ortaokulunda öğrenciyken aynı şefkati biz Erzincankapı’daki lokantacılardan görürdük. Çorbanın yanında ekmek yemek değildi bizimki, “ekmeğin yanında çorba içmek”ti. Sanayi’deki Lokantacı Ziyettin Usta da Erzincankapı’daki lokantacılar da-çocuklara çaktırmadan- zor şartlarda evinden uzak mektebe devam eden ve küçük yaşta sanayide çalışan çocuklara saygı duyuyor, onları destekliyor, seviyordu. Şehir irfanı… Büyüklerimiz aylak çocukları sevmezdi. Ya okuyacaksın ya bir ustaya çırak olacaksın yahut ayakkabı boyacılığı, seyyar satıcılık gibi başka bir yolla aile bütçesine katkı sağlayacaksın. Evvel zaman, ciddi ve disiplinli hayat mâlâyâniliği sevmezdi. Büyüklerimiz her çocuğa istikbalin ev reisi, işçisi, ustası, öğretmeni, mühendisi, yöneticisi, büyük adamı olarak bakardı. Yaklaşık otuz yıllık bir eğitimci olarak bu anlayışı doğru bulduğumu ifade etmeliyim. Çocuklar istikbalimizdir, istikbal sürekli oyun oynanarak, oynatılarak, hayata ortak edilmeyerek biçimlendirilemez!Çocukluk hayatın stajyerlerlik dönemidir, çıraklık… Okuyan çocuklar olarak lokantacı amcaların bize ilgilerinin, şefkatlerinin biz de farkındaydık aslında ve gördüğümüz ilgi ve şefkat bize kendimizi değerli hissettirirdi… Lâkin bizim gibi veya bizden birkaç yaş büyük garsonların suratı çekilmiyordu elbette… Biz ekmek yiyorduk, ağanın malı hizmetkârın canı gidiyordu sanki…

Babaların, ilkokul sıralarındayken veya ilkokulu bitirdikten sonra okumayan çocuklarını kulağından tuttuğu gibi sanayiye bir ustanın yanına “Eti senin kemiği benim!” düşüncesiyle kayıtsız şartsız teslim ettiği yıllar… Çıraklığa başlama yaşı 8-10’du genellikle… Çıraklık; dükkânı süpürmek, takım tezgâhı silmek ve yerli yerine koymak, ortalığı toparlamak, küçük tamir aletlerini ve anahtarları kalfaya yetiştirmek, ustaya sigara almak için büfenin yolunu hızlıca gidip gelmekle başlardı, sonrası çay demlemek… Afacan, şergada, haylaz, asi çocukları kimse çıraklığa kabul etmezdi, hasbelkader böyle bir çocuk bir usta tarafından hatıra binaen işe alındıysa da çocuğun karakteri fark edildiğinde çocuk ertesi gün ailesine iade edilirdi. Çırak olacak çocuk söz dinleyen, ustanın ve kalfanın talimatlarına kulak kesilecek, onların ardında koşuşturacak biraz da çekingen karakterde olmalıydı. Bazı veliler okumayan çocukları “yeter ki bir meslek öğrensin” diye “haftalık ücret” talebinde bile bulunmazlardı; yeter ki bir usta onun çocuğunu kabul etsin, çocuk meccanen (ücretsiz) çalışsa da olurdu. Çıraklar genellikle ücret olarak harçlık düzeyinde “haftalık” alırlardı.

Çırak olan çocuklar erken askerlik yapıyordu benim nazarımda… Ustanın, kalfanın, diğer dükkânlardaki usta, kalfa ve çırakların, müşterilerin huyunu suyunu çekmek; soğuğu, sıcağı, her türlü zorluğu “Of!” demeden kanıksamak askerlik değil de nedir? Kendinden büyüklerin buyurgan diline, talimatlarına tıpkı askerlikteki gibi sorgulamadan “Emir demiri keser!” düsturunca ram olmak, boyun eğmek… Çıraklar erken yaşta oyundan kopmanın burukluğunu yaşasalar da zamanla işlerine ellerinin ilerleyen yatkınlığı, yaşıtlarının ötesinde olgunlaşmaları, çalışma hayatı boyunca tanık oldukları olaylar, tanıştıkları kişi ve konular münasebetiyle zihinlerinin sosyalleşmesi, zekâ düzeylerinin gelişmesi, usta-çırak ilişkisiyle aldıkları terbiye hayat boyunca edindikleri en büyük kazanımdı, cevherdi, sanattı. O çekingen çıraklar bir süre sonra, yaşıtlarına göre çok daha fazla yaşanmışlık içerisindeydi, dilleri, kelime zenginlikleri, düşünsel ve bedensel refleksleri, kavrama yetenekleri, çözüm kabiliyetleri, nükteleri çok gelişmiş olurdu. Çıraklar için, küçük bir kasaba olan sanayi siteleri ve oradaki devingen hayat, mektebin ta kendisiydi. Hayat mektebi! Çaresizlikten bu mektebe giren çırakların birçoğu marangoz, mobilyacı, keresteci, tornacı, oto boyacı, kaportacı, oto elektrikçi, motorcu, yağcı, döşemeci, yedek parçacı, demirci, kaynakçı, velhasıl tamirci olarak ustalaştıkları meslekte ileride hayal bile edemeyecekleri noktalara gelmiş, fukara çocukluktan zengin ve başarılı birer iş adamı olmuşlardır.

Çıraklar için öğle yemeği vakti muhteşem bir teneffüstü. Diğer çıraklarla bir araya gelme, bir yarım saat de olsa dinlenme, dedikodu etme, hâl hatır sorma vakti… Çıraklar çalıştıkları dükkânda ustanın müsaadesiyle yemek yapıyorlarsa, o paslı kirli elleriyle yaptıkları yemek dünyanın en lezzetli yemeğidir muhakkak. Uykunun en derini nasıl ki yorgunluktan sonrakidir, yemeğin de en lezzetlisi yorgunluktan ve iyice acıkmış olmaktan sonraki… İyice acıkan için “soğan ekmek”, acıkmadan yenilen en iyi kebaptan daha lezzetlidir, kebabın ta kendisidir. Evlerinde hiçbir mutfak işine karışmayan veya karıştırılmayan çocukların çırak olarak iş yerinde tavayla tencereyle tanışması, yağı keşfetmesi, soğan soyması; biber, salatalık, domates dilimlemesi, birçok sebzeyi katıp karıştırıp ortaya bir yemek çıkarması… Muazzam bir eğitim ve tecrübe… Dükkânlarda çıraklar tarafından en çok yapılan yemek kuşkusuz melemendir, sonra makarna… Tatmış olanlar bilir, esnaf yemekleri dünyanın kuşkusuz en lezzetli yemekleridir.

Çırakların elleri boyadır, verniktir, macundur, kıymık yarasıdır, pastır, kaporta kesiğidir, mazot lekesidir, parlayan bir benzinin yanığıdır, nefttir, üstübeçtir, kurşun karbonattır, hidroksittir, yanmış yağdır, zifttir, demir tozudur; uzaktan bakan bu ellere “kirli” der, ben hep “terli” dedim. Çırağın çocuk yaşta ve küçük bedeniyle var gücüyle çalışırken saç köklerinden alnına, şakaklarına, yanaklarına, boynuna boğazına süzülen teri, tuzu, karıncalanmaları silen çatlamış, kabalaşmış, yaralı bereli elleri yeryüzünün en güzel fırçası, bu nadide fırçanın çırağın tüy bitmemiş yüzünde gözünde bıraktığı izler de belki dünyanın saygı duyulacak en muhteşem tablosudur... Hiç kir olur mu? Çırak hayatın oksitlenmiş göğünü zımparalardı ki insanların yüzü daha gülsün… Bu yönüyle her biri yürek işçisiydi, yüreklere pasta cila atarak… Hangi insanın gözü çırakların gözleri kadar parlaktır? Karabulutların arasında doğan güneştir onların gözleri.

 

Dükkânlarında yemek yapılmayan çıraklar için arada sırada lokantada çorba içmek, kalfanın ve ustanın gittiği mekâna gitmek; kalfanın, ustanın rütbesine, statüsüne yaklaşmak, onalarla mekânsal aynılaşarak kendisini yücelmiş ve büyümüş hissetmek demekti. Onlar daha çok, büfelerden yarım ekmek arası haşlanmış yumurta veya helva gibi dürümlerle geçiştirirlerdi öğleyi; dürümün yanında büfecinin eliyle yaptığı ayran veya limonata da varsa keyifler bir milyon… Sanayi sitelerinin bir kasaba büyüklüğünde olmasından dolayı temel ihtiyaçların karşılandığı büfelerin farklı noktalarda olması gerekiyordu. Büfeler genellikle ortada, yani Siteler Cami’nin karşısındaki sosyal alanda bulunurdu. Sitelerin meskûn mahâle yakın alt başında olanlar Narman Beyler köyünden Hüseyin Aykut’un veya aşağıda, eski İçişleri Bakanı veErzurum Milletvekili Selami Altunok’un babası Hacı Mustafa Amcanın bakkalından alışveriş yaparken, sitelerin üst başında çalışan çıraklar da tren hattının hemen altında Hacı Hasan Cami’nin bitişiğindeki Murat’ın büfesinden alışveriş yapardı. Siteler Cami’nin karşısında ise Hacı Rahim ve oğlu Zeki’nin, içeride ise Canip Hocanın büfesi vardı. Sitelerin ara sokaklarında elbette başka büfeler de vardır; ama benim yol güzergâhımda görüp tanıdığım büfeler bunlardı. Büfelerde en çok gazoz, sigara, simit, halka tatlı, gofret, leblebi, sımışka (çekirdek), sakız, helva, peynir, zeytin, ekmek, meyve sebze gibi gıda; sabun, deterjan gibi temizlik malzemeleri satılırdı.

Ahşap sandıklarda lahmacun, selelerde kıyma dürüm, limon; tablalarda kebap, meyve sebze satan seyyar satıcılar da sanayi esnafına hizmet ederdi. Ayrıca seyyar çakı, çakmak, kemer, gözlük, ayna, tarak gibi pratik el gereçleri satan satıcıları da unutmamalı; daha çok Hatay, Antep taraflarından gelip mont, yelek, sako, palto gibi giyecek satan gezici satıcıları da… Baştan istediği fiyatın sıkı pazarlık sonucu onda birini kabul eden kurnaz satıcıları…

Büfelerden bahsetmişken bunu anlatmasam olmaz! Tren hattının altındaki Hacı Hasan Cami’nin oradaki Büfeci Murat’tan dinlemiştim. Caminin yanında türbeyi hatırlatan demirden yapılmış içi boş bir şey vardı. Şadırvan örtüsüne de benzeyen… Ama üzerinde “Türkân Hocaya Fatiha” yazıyordu. 1990’ların ortası… Meğer bir öğretmen, çok sevdiği eşi rahmetli olunca ona demirden türbevari bir şey yaptırmış; ancak mezarlıklar müdürlüğü bu mezar örtüsünü çok büyük diye kabul etmemiş. Yaptırdığı eseri eşinin mezarına koyamayan öğretmen getirip bu demir eseri camiye bağışlamış. Caminin yanındaki arsada bekleyen bu demir eseri zaman sonra gerçek türbe sanan gelip geçenler merhum “Türkân Hoca”ya “Fatiha” okumaya başlamışlar.  Bilmiyorum; Anadolu’da türbe, ziyaret sandığımız kaç mezarın böyle ilginç hikâyesi vardır; çok fazla olsa gerek.

Siteler Camii’nin oralara dönelim biz yine… Caminin karşısındaki sosyal alana daha sonra postane, banka ve polis karakolu açıldı. Kahvehanenin camiye bakan tarafında birbirinden güzel ağaçların, salkım söğütlerin olduğu, yazları bahçesinde muhakkak (güz geldiğinde kebap yapılmak üzere)bir iki kuzunun otladığı yeşil alan vardı. Lokantanın kıble tarafı karşısında Zabıta, Keresteciler ve Marangozlar Derneği, Oto Tamirciler Derneği, onların yanında Canip hocanın büfesinin bitişiğinde çalışan “Berber Turgut” da Sanayilinin hafızasında yer eden sanatkârlardandı.